Andre Kertesz,Chez Mondrian , 1965.
SUÇ
Ellerimi kurularken baktığımda,
saat 09.00 olmuştu bile. Bu sabah kışın bütün ihtişamına rağmen, güneş,
sokaktan sadece su içmek için eve gelmiş çocuk gibi kendini gösteriyordu.
Sessizlik, güneşten sonra, masada
senin oturduğun sandalyeye yerleşti. İki dilim ekmek, biraz peynir, bir fincan çay.
Hep şikâyet ettiğin gibi sade ve sessiz ettim kahvaltımı. Eskiden, kahvaltımı
bir an önce bitirip, gazetemi elime alıp, sanki seni görmezden geliyormuşum gibi,
pencere kenarındaki koltuğa otururdum. Bazı alışkanlıklarım, bugün olduğu gibi,
her pazar kalbimi bükmekteler.
Seni hatırlatan her şey ortada.
Sanki sana hala bir şeyler borçluymuşum gibi. Acımın taze oluşundanmıdır
, gördüğüm her eşyada ciğerim sızlamakta.Kapının yanında duran vazoyla ilgili
onlarca kavga etmişizdir , “ bu bir gün buradan düşecek ” diye. Fakat onbeş
yıllık evliliğimizde, senin periyodik toz alma etkinliklerinden başka yerinden
oynamamıştır.
En sevdiğin takımımı giydim.
Ayakkabılarımı fırçaladım. Bir solukla kendimi kapıyı kilitlerken buldum. Sana
yürümek her zamankinden zor, her pazar aynı yolu yürüsem de, her defasında
sanki her adımımda kendimi yokluğuna alıştırmamışım gibi, sen daha yeni bir
otomobil kazası geçirmiş, o soğuk toprağa hediye etmeye gidiyormuşum gibi.
Kar çok yakışmış, bir mezara ne
kadar çok yakışırsa kar ve bir mezar ne kadar çok yakışırsa insana. Çalı
çırpıyı dikenli otları temizledim. Her Pazar aynı yerden aldığım gülümseyen
nergisleri soğuk toprağa bıraktım. Dua etmek içimden gelmiyor…
Sonra, her defasında yapmaya çalıştığım,
senden sonra, sanki sen çok merak ediyormuş, beni duyabiliyormuşsun gibi
konuşmaya başlıyorum Havaların iyice soğuduğunu, bu yıl kış mevsiminin daha
uzun süreceği gibi saçma bilgilerle dolduruyorum havayı. Sen sessiz kalıyorsun ya,
ben her zamanki gibi senin sessizliğine bir mana katmaya çalışıyorum. Seni
anlamaya çalışır gibi değil de, bana yine neden kızdığını bu ara sıra tutan
ketumluğunun nedenini öğrenmeye çalışıyorum. Bazen beni öyle bir cendereye sokuyordun ki, sanki seni hiç mutlu edemiyormuşum sanır, üzülür, kahrolurdum. Senin
sessizliğin benim düşmanım olurdu.
Ev de işte mezarda, sanki bir
şeyleri yapmaya mecbur hissediyorum kendimi. Üzülmek, ara sıra ağlamak zorunda
hissediyorum. Sanki hiç üzülmüyor kahrolmuyor gibi. Kendimi ve çevremdeki
insanları kandırıyormuşum gibi hissediyorum. Mesela her Pazar elimde bir buket
çiçekle buraya gelmek, gerçekten seni özlediğimden, yokluğunu taşımanın ağır
bir yük olduğundan değil de, bir rolün parçasıymışım gibi. Senin ölümünle, tam o anda motor diyen bir yönetmenin kestik
demesini bekler gibiyim.
Bir katil edasıyla, son sözlerimi
söyleyip ayrılıyorum yanından. Adımlarımı kontrol ederek – kaçtığımı sanırsın
diye – yavaş yavaş yürüyorum. İçimde sahte bir rahatlık, görevimi yerine
getirmenin iğrenç huzuru. Böyle hissetmek beni çok yoruyor. Her an sanki kendi
kendimle bir kavga hali…
Bu düşünceleri ara sıra
gösterdiğim azimle kenara bırakıyor ve alışveriş için bir markete giriyorum.
Sağ olsun üst komşum eşimin ölümünden sonra çok
yemek taşıdı bana. Ama artık buna alışmamın kendi kendimin bu işin altından
kalkmam gerektiğini, teşekkür ettiğim geçen haftaya kadar. Yaklaşık dokuz
gündür bir şekilde idare ettim.
Ağır apartman kapısını tek elimle
itip merdivenlere başlıyorum, merdivenler bitiyor. Birden bu daireden taşınma fikri zorluyor beynimi. Bu
fikirle hesaplaşan beynim aynı anda sol elimle kapıyı açıyorum ki, bir anda
eşiğe takılıp dengemi kaybediyorum. Elimdeki paket, hedefine kitlenmiş bir
şekilde vazoya doğru düşüyor. O an sorgusuz sualsiz yokluğuna bir kez daha
yeniliyorum. Parçalarını toplayamayacağım bir varlığın önünde çaresizim şimdi.
Yorumlar